D. Mehmet Doğan: Yasaklanan medeniyet yahut “mûsıkî inkılâbı”!
İslâm-Osmanlı medeniyeti verimi olan klasik mûsıkîmiz en tepedeki yönetici tarafından küçümsenmiş, hor görülmüş, öğretimi yasaklanmış; o zamanın en güçlü yayın kuruluşu olan radyolarda yayını men edilmiş, bir ara umuma açık yerlerde, hatta düğünlerde icrasının bile engellenmesi düşünülmüştür.
Dünyanın başka bir yerinde benzeri olmayan bir müdahale ile karşı karşıyayız. Müzik her toplumda vardır, müzikten uzak duran topluluklar olabilir. Bir müzik tarzını beğenmeyebilirsiniz; zaten beğenmek, sevmek mecburiyeti yoktur. Bu size mahsus bir şeydir, bu beğenmemeyi, sevmemeyi bütün millete şâmil hâle getirmeye hakkınız olabilir mi? Fakat gücünüz vardır, otoriteniz vardır, devlet cihazını kullanarak kendi fikrinizi dayatabilirsiniz.
Hiçbir sömürge ülkesinde görülmemiş bir şey Türkiye’de yapılmıştır. Bilen varsa bilgilendirsin: “Filan sömürge ülkesinde o ülkenin müziği yasaklandı!” Müstakil, bağımsız bir ülkede köklü ve yaygın musıkinin yasaklanması gibi bir şey zaten sözkonusu olamaz!
Her toplumun musikisi vardır, basittir, zayıftır veya bize öyle gelebilir, fakat bu hor görülme sebebi değildir. O basitlik içinde de güçlü bir ifade imkânı yakalanmış olabilir. Eğer toplum o mûsıkiyi benimsiyor, icra ediyor ve dinliyorsa, buna en azından saygı duymak gerekir.
“Ben o mûsıkiyi değil de bu mûsıkiyi değerli buluyorum”, diyorsanız bunu beğendiğiniz mûsıkiye revaç verecek şartlar hazırlayarak, imkânlar sağlıyarak yaparsınız, diğerini kötüleyerek, yasaklayarak değil.
Şahsen dinleyici tarafındayız; yüzyılların birikimi olan klasik musikimizi benimser ve severiz, onunla aynı zeminden beslenen halk mûsikimize de onun kadar muhabbetimiz vardır. Batı mûsıkisini dinlemekten de imtina etmeyiz. Mûsıkî, dilimiz gibi büyük bir medeniyet mirasımızdır.
Yılmaz Öztuna “Şark mûsıkîsi” tabirini doğru bulmamakta, bunun İslâm mûsıkisi mânasına da kullanıldığını fakat doğrusunun “Türk mûsıkîsi” olduğunu belirtmektedir. Ona göre Türk mûsıkisi nağme hazinesini israf ederek çok sesliliğe ihtiyaç çizgisine gelmiştir. Türk tarihinin gerileme devrinde “nazlı bir sanat vasfını daima muhafaza eden mûsiki, himaye edilmemiş, teşvik görmemiş, daha sonra tam bir suikaste maruz kalmış bütün millî değerler gibi istihfaf edilmiştir (küçümsenmiştir).”[1]
Öztuna, Türk mûsıki sisteminin, Batı mûsikisi sisteminden sonra dünyada en yaygın müzik sistemi olduğunu belirtir. Bu sistem, benimsenilmediği sahalarda da derin tesirler meydana getirmiştir.
“25 asırdır Türkler Asya kıt’asının en büyük kısmında, Avrupa kıt’asının kuzey ve doğu kısmında uzun hâkimiyetler kurmuşlardır. Burada bıraktıkları medeniyet, kültür ve sanat unsurları arasında musikinin mühim yeri vardır…Türkçe konuşan kavimlerin bu derecede akıl almaz coğrafya sahalarında yayılmaları, yerleşmeleri, uzun hâkimiyetler kurması vakıasıyla eş değer tek örnek İngilizce konuşan kavimler, Anglo-saksonlardır…”
Öztuna, Türk mûsıki sisteminin Asya’nın büyük kısmına yayıldığı gibi Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’ya da hâkim olduğunu belirtiyor. “Atlas okyanusundan Hindistan içlerine, Sibirya bozkırlarına kadar ya doğrudan hâkimdir ya da tesirleri büyüktür” diyor. “İslâm aleminde Türk musikisinin hâkimiyet veya tesirleri, dominant mahiyette kesin ve büyüktür. Balkanlar ve doğu Avrupa da Türk musikisinin büyük tesir sahalarından biridir…Zira bu topraklar Osmanlı öncesi ve sonrası olmak üzere bin yıla yakın Türk hâkimiyetinde kalmıştır. İslâm dünyasında Türk mûsikisinin nüfuz edemediği sahalar, daha sonraki asırlarda müslümanlaşmış Asya ve Afrika’nın uzak bölgeleridir. “Klasik İslâm sahasında ise, Türk mûsıkısinden kaçabilmiş bölge göstermek imkânsız denecek kadar müşkildir.”
Osmanlı sistemi içindeki azınlıklar da Türk mûsikisini benimsemişler, Musevi, Rum ve Ermeni Ortodoks hıristiyanlar bu sistem içinde çok güçlü eserler vermişler ve mabedlerinde dahi bu mûsıkiyi icra etmişlerdir. Bu benimseme sonucu köklü bir mûsıkı olan Bizans müziği zamanımıza ulaşma imkânı bulamamıştır. Batı musıkisi öğretim sistemi, müzisyen kulağını başka sistemlere kapatmaktadır. Bu sistem mûsıki imkânlarını majör-minor’ün mikro âlemine hapseder, Türk bile olsa kendi mûsikisine yabancılaştırır.
20. yüzyılda Mısır’da ortaya çıkan musıki akımı, bütün Arap dünyasını sarsmış, Türkiye’yi de etkilemiş, Türk mûsikisinin yerine geçmiştir (arabesk). Bunun sebebi tek taraflı değildir. “Artık Türkiye’den mûsıki yayılmamaktadır. Daha doğrusu Türkiye İslâm dünyasının ve Arap âleminin rehberliğini ve liderliğini kaybetmiştir. Hatta aradaki bütün ilgiler kesilmiş, köprüler atılmıştır. İki taraf birbirinin kültürünü imha etmek savaşına bile girmiştir.”
1932’de bir mûsıkî kongresi: Şark Mûsıkîsi Kongresi
1932 yılının ilk aylarında gazetelere yansıyan bir müzik kongresi haberi dikkat çekicidir. Bir şark mûsıkisi kongresi toplanacaktır. Haberler bizim gazetelerde çıktığına göre, kongrenin Türkiye’de toplanacağı sanılabilir. Türkiye’de en yukarıdan mûsıkimiz reddedildiği için, resmî veya gayri resmî böyle bir toplantı yapılması sözkonusu olamaz. Zaten kongre de Mısır’da toplanacaktır. Bizimkiler musikimize “şark mûsıkisi” diyorlar ya, öyle anlaşılıyor ki, Mısır’da da böyle deniliyor. Tabiî Mısır yönetiminin “Türk mûsıkisi kongresi” toplaması mevzu bahs olamaz. Bu esasen müşterek bir müziktir, bütün İslâm dünyasına şâmildir. Mısır ise, 19. Yüzyılda Türk hanedanlı bir devlet olarak ortaya çıktığı için, bu ülkede türkçe yönetim dili olmuş, Osmanlı müziği de saray müziği olarak benimsenmiştir. Mısır’dan İstanbul’a müzikçiler gönderilmiş bunlar Osmanlı müziğini talim etmişler ve Mısır’da da icra etmişlerdir.
Türkiye’nin reddettiği bir müşterek medeniyet unsuruna Mısır sahip çıkmaktadır. Mısır Kralı Fuad, böyle bir Kongre toplanması için emirname neşretmiştir:
“Mısır gazetelerinin verdiği malumata göre Mısır kıralı Kahire’de toplanacak şark musıki kongresine ait emirnameyi neşretmiştir. Emirnamede kongrenin 932 senesi nisanında toplanacağı beyan olunduktan sonra kongreyi tertip edecek heyetin şu zevattan teşekkül ettiği haber verilmektedir.
Mısır Maarif Nazırı heyet riyasetine, Abdülfettah Hayri Paşa reis vekilliğine, Ahmet Necip Hilal, Mustafa Rıza, Yakup Abtülvahap, doktor Mehmet Ahmet Hakkı kâtipliğe, Barn Derlenger ve Mısır Operası müdürü M. Kantinli aza tayin olunmuşlardır.
Musıki Kongresi, Mısır Musıki Yurdu’nda bizzat Mısır Kıralı tarafından küşat edilecek (açılacak) ve resmen bir hafta devam edecektir Türkiye, Irak, Kuveyt, Yemen, Tunus, Cezayir ve Fastan murahhaslar (temsilciler) davet olunduktan sonra şark musikisine vakıf İngiliz, Alman, Fransız müsteşrikler (doğubilimciler) de çağrılmıştır.” (Vakit 14.2.1932)
Haber kongrenin İslâm coğrafyasının geniş bir kesiminden davetlilerin katılmasıyla toplanacağı yönündedir. Ayrıca Batı’da konuyla ilgili olan şarkiyatçılar da davet edilmiştir. Daha sonraki günlerde Kongre’ye Türkiye’den çağrılacak isimler gazetelere yansımıştır: “Mısırda gelecek ay sonlarına doğru toplanacak şark musikisini ıslah kongresine Rauf Yekta ve Mes’ut Cemil beyler davet edilmişledir. Rauf Yekta ve Mes’ut Cemil beyler mart bidayetinde (başlangıcında) Mısır’a hareket edeceklerdir. (Cumhuriyet 16.2.1932) Daha sonraki günlerde bu mûsıkişinasların Mısır’a gittikleri haberi de gazetelerde yer almıştır. Rauf Yekta ve Mes’ut Cemil kongreye Mısır krallığı tarafından şahsen mütehassıs sıfatıyla davet edilmişlerdir. Böyle bir kongrenin toplanması Türkiye’de rahatsızlığa yol açmış olabilir. Bu yüzden haberlerden birinde “Kahire’de Arap Musıkisi Kongresi” toplandığı belirtilmiştir. (Cumhuriyet 29.3.1932)
Türkiye’de klasik Türk musıkisi aleyhine şiddetli bir cereyan varken, Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesinde Sanat ve Edebiyat başlıklı köşesinde “Beynelmilel şark musıkisi kongresi” başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Bu yazıdan, Avrupa ve Amerika gazetelerinde bu kongreden “alâka ve hararetle bahsedildiği”ni öğreniyoruz.
“Türk musikisinin orada kazandığı büyük muvaffakiyete (başarıya) ve musikimizin esasları üzerinde orada cereyan eden münakaşalara dair bizim gazetelerde henüz bir tek yazı çıkmadı. Rauf Yekta’nın ve Mes’ut Cemil’in bizi daha fazla aydınlatmasını bekliyerek, şimdilik ben, Fransız gazetelerinin musikîmize karşı ilân ettikleri büyük takdirin ve hayranlığın bir nakili (aktarıcısı) vaziyetinde kalacağım.”
Peyami Safa, yazının devamında okuyucularının öteden beri şark ve Türk musikisinin kayıtsız bir hayranı ve savunucu olduğunu bildiklerini, Sinan ve Dede’yi yetiştiren bir milletin oğlu olduğu için millî san’atımıza yan bakanların gözlerini önlerine indirmenin, onları utandırmanın sürekli vazifelerinden biri olduğunu belirtir. O sırada hayatta olan isimleri de zikrederek: “Vaktiyle Türk musıkisi aleyhine bir cereyan uyandırmağa kalkan ve konservatuvarımızdan alaturka kısmını ilga ettiren Namık İsmail, terbiyeci İsmail Hakkı ve hatta Musa Süreyyalara karşı Avrupacıların verdikleri bir dersi buraya nakledeceğim. Çünkü biz kendimizi ancak Avrupa’da yanılan aynalarda görürsek beğenebiliriz. Bu kongre münasebetile Avrupa gazetelerinde yazılmış bir çok makaleler önümde duruyor. Hepsi, şark musikisinin garp musikisine fâik (üstün) olduğunu itiraf ve isbat için yazılmıştır” dedikten sonra Fransa’da o zamanın meşhur musikişinaslarından Emile Vuillermoz’ın Candide[2] gazetesinde yayınlanan makalesinden alıntılar yapar.[3]
Vuillermoz, yazıya şöyle başlar: «Garp üstatlarının Mısır’ı bu ziyaretlerinden şarklıların istifade edip etmediklerini bilmem, fakat muhakkak ki o garp üstadları, bu kongrede bir çok malûmat almak ve kulaklarile hassasiyetlerini zenginleştirmek fırsatını bulmuşlardır. Bizim bu sehhar (büyüleyici) ve ince müslüman san’atından öğrenmeğe muhtaç olduğumuz pek çok şey var.»
Ona göre, batılıların barbar kulakları bu heyecanı doğrudan doğruya kavrıyamaz. Batı mûsıkisi oldukça kaba bir basitliğin önermelerine dayanır. Kendi kolaylığımız için ılımlı olarak adlandırdığımız bir gam oluşturmuşuz, öz müzik açısından pek fakir ve pek âciz bir şeydir. Eski makamların artıklarından imâl ettiğimiz majör ve minör makamların fakirlikleri söz götürmez. Bu durum dahi müzisyenlerin Batı müziğinden şaheserler çıkarmasına engel olmamıştır. “Fakat ayni derece de hakikattir ki, müslüman san’atında olduğu gibi daha rakik (ince, narin) bir ses perdesi taksimatından istifade eden zengin bir musıki lügati karşısında her zaman mütevazı ve hürmetkâr olmalıyız.”
“Şark musikisi çeyrek sesten istifade ediyor, fakat hakikatte çok daha ince ve rakik bir “chromatisme” (kromatizm, müzikte tek tona bağlı kalmama, farklı tonlara atlama) kullanıyor. Bu musiki bütün ses ürpermelerine, gıdıklanmalarına, alâîmi semanın (gökkuşağının) bütün renklerile pırıldamalarına müsaittir. Ses, böylece, kendisini daha kanatlı, daha gayrimaddî bir hale getiren kıvraklığını alıyor. Ayağını yere ağır basmıyor. Merhametsiz bir merdivenden basamak basamak çıkmıyor. Dalgalanıyor, daima bayılmağa ve hiçliğe dalmağa hazır görünüyor. Fakat bu titrek ve kaçak zavahir (görünüş) altında harikulade inceliklerle dolu bütün bir heyecan ve his dünyası gizlidir.”
Vuillermoz, sathi (yüzeysel) bir dinleyiciye bu sınırsız inceliklerle dolu sanatın tekdüze gibi görüneceğini, fakat bir an için onun büyüsüne kapılınırsa, bizim alışıldık makamlarımızın savunması kabil olmayan kabalağının ortaya çıkacağını iddia eder.
Yazı şöyle tamamlanır:
«İşte bu kongrede iki ilham perisinin mülakatından çıkan ilk ders budur. Diğer bir makalemizde öteki dersleri de işaret edeceğiz, çünkü, bu iki usulün ve iki düşünüşün mübadelesinden (değişiminden) sonra bir daha anlaşıldı ki Garp Şark’a doğrudan doğruya borçlu vaziyetindedir.»
Peyami Safa, en bilinen garp mûsikisi münekkitlerinden birinin coşkun ve samimi şahitliğini naklettikten sonra bir kere daha bizim his ve heyecan itibarile sonsuza kadar giden yüksek bir mûsikimizin olduğunu söyler. “Beyoğlu caddesinin tatlı su frengi musiki hocalarının, mürebbiyelerinin ve matmazellerinin tesiri altında büyüyen Türk züppelerine bu hakikati anlatmak lüzumsuz bir şey olurdu; eğer, millî musikimiz aleyhindeki hezeyanlar, bir fikir cereyanı haline gelmeseydi ve Türk konservatuvarından Türk musikisini çıkarıp atmağa kadar ileri varmasaydık..” diye yakınır. Onun yazısından Mısır’da toplanan büyük beynelmilel kongreye katılması için bizim konservatuvara da müracaat edildiğini ve «Biz şark musikisile meşgul değiliz!» cevabı alındığını da öğreniriz!
Kanservatuvar’ın ıslahı ve yabancı mütehassıs
1932’de müzikle ilgili üzerinde durulması gereken bir vak’a da İstanbul Konservatuarı’nı ıslah maksadıyla Viyana’dan besteci, piyanist ve müzik hocası Joseph Rudolf Marks’ın davet edilmesidir. Marks, 12 Kasım 1932 ila 4 Aralık 1932 tarihleri arasında incelemeler yapmış ve rapor vermiştir.
12 kasım günlü Cumhuriyet’te “Konservatuvarın ıslahı” başlığı altında hem onun İstanbul’a geliş haberi verilmiş, hem de gazetenin başyazarı Yunus Nadi’nin Viyana’da tahsil yapmakta olan oğlu Nadir Nadi’nin mülakatı yayınlanmıştır.
Profesör Marks Nadir Nadi’ye şunları söylemiş: “Mütemadiyen hafif musıki ile halkın zevkini bozmak doğru değildir. Fakat yalnız ağır garp eserleri dinletmek de yanlıştır. Halk her zaman, henüz yabancısı bulunduğu garp san’atkârlarını dinlerse istenilen gaye elde edilemez.” “Gaye şudur: Asrî ve millî bir musiki yaratmak, yahut daha doğrusu millî musıkiyi asrileştirmek, onu bütün dünyaya hitap edebilecek bir seviyeye çıkarmaktır. Halka yalnız Bethofeni yalnız Vagneri dinletmekle bu nasıl temin edilebilir.”
“Her şeyden evvel milli zevki korumak şarttır. Esasen mevcut olan milli his, garp tekniğile kuvvetlendiği zamandır ki Türk musıkisi herkese hitap edebilen bir san’at olacaktır.”
Ruslar böyle yapmışlardır, Avrupa’dan hoca getirtmişler, fakat hiçbir zaman yerli sanatlarını atmamışlar.
“Rusları misal olarak söyliyebilirim. Çaykovski, Reimski Korsakof gibi eski ve Strawinski gibi yeni Rus san'atkârları bir çok eserlerinde musikinizden ilham almışlardır.”
Milliyet gazetesinin 19 kasım günkü nüshasında, Josep Marks’la ilgili haber yer alır. “Konservatuvarın ıslahı için celbedilmiş olan M.Joseph Marx birkaç günden beri işe başlamıştır. M. Joseph Marx Viyana’nın tanınmış bestekârlarındandır…Viyana yüksek musıki mektebi müdürü ve aynı zamanda musıki akademisi muallimlerindendir…Piyano ve org çalmaktadır.”
Marks şu soruyu “Türk ve şark musikisi ve musikimizin istikbali hakkında ne düşünüyorsunuz?” şöyle cevaplar: “Şark musıkisini tetkik ettim. Bunun kendine mahsus hususiyetleri vardır…Türkiye, teknik itibariyle Garp musıkısini kabul etmekle beraber milli musıki karakter itibariyle şarklılığı muhafaza etmelidir…bunun için konservatuvarda şark musıkisi de öğretilmelidir.”
Cumhuriyetin 26 kasım nüshasında Marks’la ilgili haber “Millî Türk musikisi” başlığı altında verilmiştir. “Hocalarınız var fakat san’atkârlarınız yok! Milli Türk musikisi elbette doğacaktır. Konservatuvarda garp musıkisi ile beraber Türk musıkisini de tedris etmek icap etmektedir.”
Mûsıkimiz “Garplileşmeli mi garplileşmemeli mi”?
Josep Marks’ın İstanbul’dan ayrıldığı gün (4 Aralık) Milliyet gazetesinde bir anket haberi vardır: “Büyük musiki anketimiz: Musikimiz nasıl garplileşmeli? Anket muharriri: Peyami Safa.”
“Konservatuar mütehassısı ‘Marks’ın fikirleri etrafında uyanan alaka üzerine Peyami Safa Bey eski ve yeni neslin belli başlı musiki mütehassıslarile görüşmeğe ve musikimizin tekamül veçhesi hakkında fikirlerine toplamağa başlamıştır. Alaturka ve alafranga bütün musiki dostlarının dikkatle ve zevkle okuyacakları bu anketin neşrine bir iki günle kadar başlıyacağız.”
7 Aralık tarihli Cumhuriyet’te anketin ilk tefrikası yayınlanır. Başlık değiştirilmiş, “Musikimiz hangi yola girmeli” yapılmıştır. İlk konuşulan, Tanburi Cemil Bey’in oğlu meşhur müzikçilerden Mes’ut Cemil’dir. Mes’ut Cemil “Garp beynimize girmeli, fakat şark daima kalbimizde kalmalı” der. Ertesi gün Konservatuvar müdürü Ziya Beyin düşünceleri açıklanır. O da şöyle der: “Alaturka musiki yaşıyor, kuvvetleşiyor. Biz konservatuvardan alaturka musiki tedrisatını kaldırınca memlekette milli musikimize karşı alaka ve iştiyak büsbütün arttı. O zamanlar bir iki plak fabrikası vardı, bugün altı tane.”
“İlga” edilen mûsıkînin sözcüsü: Rauf Yekta[4]
Türk mûsikisi hakkında en fazla konuşma iktidarına sahip olan meşhur müzikolog Rauf Yekta Bey’in cevabı 11 aralıkta yayınlanır. Rauf Yekta Bey, “mûsıki inkılabı”ndan en fazla mutazarrır olan musikişinaslardandır. Darülelhan’da Türk Musikisi Nazariyatı dersi vermektedir. Bu başlıkta yayınladığı kitabın ilk bölümlerinde Garp ve Şark müziği ses sistemlerinin farklılıkları üzerinde derinlemesine tahliller yapar. Bu sırada tanıdığı alafranga mûsiki mensubu genç meslekdaşlari hakkında şu tesbiti dikkat çekicidir: “Garplılar gibi ilmî meseleler üzerinde senelerce kafa patlatmaya nefislerinde iktidar gösteremeyerek asgari mesai ile kendilerine az zamanda azami şöhreti temine hevaskâr gençler.”[5]
Peyami Safa Rauf Yekta Bey’in cevabını şöyle sunar:
“Üstat Rauf Yekta gibi dünyanın büyük müzikologları arasında adı anılan bir insanın böyle bir anket suallerine kısa cevaplar vererek fikirlerini hulasa etmesi kolay değildi. Bütün bir ömre süren etütleri bir kaç cümle içine sıkıştırmakta çekeceği güçlüğü kestirdim ve fikirlerini bana bir mektupla bildirmesini rica ettim. Kendimi bugünlük Rauf Yekta Beyle okuyucular arasında fazla bularak çekiliyorum ve onları başbaşa bırakıyorum.”
“(Darülelhan) da okuttuğum Türk musikisinin tarih ve nazariyatı dersleri, terbiyeci İsmail Hakkı, ressam Namık İsmail, Cemal Reşit, merhum Musa Süreyya Beyler tarafından elbirliğile yapılan teşebbüsat neticesinde tatil ettirildiği tarihten beri bugün tamam altı sene geçmiş bulunuyor.”
“(Türk musikisinin ilgası) gibi manasız tabirler iri harflerle her gün gazete sütunlarında görülüyor, musikimizin öldüğü, müzeye konulacağı, bir daha dirilemiyeceği iddia olunuyordu.”
“Alafrangacılar ve onların gayretkeşleri tarafından uğradığım haksız tarizlere (iğnelemelere) çok müskit (susturan) cevaplarla mukabele ettim. Bütün bu gayretlerime rağmen nasılsa sözlerim mesmu olmadı (işitilmedi) ve nihayet Türk musıkisi Türk Konservatuvarından kapı dışarı ettirildi.”
…
“Netice ne oldu? Halk, musikisine bir kat daha sarıldı. Açık gözlü gramofon kumpanyaları bu fırsatı ganimet bildi ve kısa bir müddette birkaç milyon Türk lirası bu kumpanyaların veznesine aktı.”
“Konservatuvarda musikimizin okutulmaması er geç yanlışlığı anlaşılacak bir yol tutmaktır.”
Prof. Marks’a “Bizim tasnif heyetinin tesbit ettiği tarihi eserlerden Hacı Sadullah Ağanın (Arazbar puselik) makamındaki ağır semaisini ve daha bir takım güzide Türk eserlerini icra heyetimize çaldırarak dinlettik. Musikimizin lahin (nağme) ve ika (ritim) itibariyle haiz olduğu zenginliğe hayran oldu ve saatlerce dinledikten sonra: “Çok kıymetli bir musikiniz var, tebrik ve teşekkür ederim…” diyerek odamızdan çıktı.
Marks, daha sonra “Alafranga muallimlerini nezdine çağırarak toplamış ve demiş ki: ‘-Okuttuğunuz dersler âlâ! Yalnız tedrisatın mühim bir eksiği var; burada Türk musikisi tedris edilmiyor (öğretilmiyor). Bu program takip edildikçe bu müesseseden bir Türk bestekârı yetişmesine imkân yoktur… Binaenaleyh İstanbul Konservatuarında Türk musikisinin mufassal (ayrıntılı) nazariyat ve tarihi ve birde Türk aletlerinden biri üzerinde bu musikinin icra tekniği de talebeye öğretilmelidir…’”
Rauf Yekta, “Marks’tan ziyade Fransız müzikoloğu Borel[6] dikkate alınmalıdır” diyor ve onun görüşlerini aktarıyor:
“Türk musikisi her şeyden evvel Avrupa’lılaşmaktan sakınmağa mecburdur. Böyle bir tesirin ne gibi bir şekil altında vukua gelebileceğini biraz tetkik edelim: Lahin noktai nazarından “kantilen”in[7] kendine mahsus tekerrürlü nağmeleri ve çarpmaları ile pek hususi bir manzarası vardır. Bu cihetten (yönden) an’anesine devam eder, başka yapacak bir iş yoktur. İka noktasından ise “usuller” tarzı pek mükemmeldir ve iki veya üç zamanlı Avrupa vezinleri (ölçüleri) ile temas neticesinde tahavvülata (değişmeye) uğramak tehlikesi içinde değildir. Kaybolmak istidadı gösteren yegâne unsur “makam”lardır. Meselenin merkez noktası işte buradadır. Onlar da asli hallerile muhafaza edildikleri takdirde, Garbin her türlü tesirleri imkânsız kalır. Fakat şekilleri zorla bizim majör ve minör makamlarımıza benzetilirse, işte o zaman Türk sanatının vücudu ortadan kalkar; Avrupa sanatının merhamete şayan (acınacak) bir şubesi olmaktan başka bir hususiyeti kalmaz. Kat’i surette (kesin olarak) önüne geçilmesi lazım gelen felaketli netice işte budur.”
“Türk ezgisi fakir değildir, sadedir. Hem de esas itibarile öyle bir sanatkârane sadelik ki insana, teşebbüs zahmetine katlansam, ben de aynini yaparım hissini verir. Denilebilir ki büyük sanatın mümeyyiz (belirgin) vasıflarından biri işte bu nevi sadeliktir. O sadeliği armoninin ve enstrümantasyonun (çalgı ile icranın) aldatıcı parlaklığile zenginleştirmeğe kalkışmak, Boğaziçi’ni gümüş beyazı ve altın sarısı kâğıt taçlarla ve adi bezlerle süslemeği istemek demektir. Hulüstan (saflıktan) ileri gelen bu hata, ekseriya birçok akil (akıllı) Türk’lerin esas zühulünü (kasten terk etmesini) vücude getiriyor. Bu manzaranın heyeti mecmuasına (tamamına) tek bir bediiyat (estetik) prensipi hakimdir: Bir sanat eseri veya hâkim zevkine uzlaştırmakta hiç bir mecburiyet yoktur. Manzarasını gençleştirmek bahanesile (Ayasofya) keskin renklerle boyansa ne denirdi?”
“(Borel)in mühim bazı fıkralarının nakline iktifa ettiğimiz (yetindiğimiz) bu meselede her garpli mütehassıs aynen M. (Marks) gibi düşünmemektedir. Bunun içindir ki Konservatuarımızın ıslahı hususunda alacağımız kararlarda bizler çok etraflı düşünmeliyiz; aksi taktirde gene zararlı çıkar ve gene bir çok seneler yerimizde sayarız.”
Peyami Safa’nın Rauf Yekta Bey’in görüşlerine bu kadar geniş yer vermesinden, onun görüşlerini benimsediği kanaatine varabiliriz.
Musıkide tanassur!
Ertesi gün ankete cevap veren Prof. Fredrik Statzer[8], “Gerek bugünkü Türk halk musikisi, gerekse bir kültür mahsulü olan Türk san'at musikisi, hiç bir milletin halk musikisile kıyas kabul etmiyecek bir inkişafa (gelişmeye) mazhar olmuştur” der.
Viyolonselist İzzet Nezihi Bey şu fikirdedir: “Musikimiz ayrı bir kültür mahsulüdür, Avrupalılaşamaz. Meğer bir dâhi çıka!” (13.12.1932)
Peyami Safa, dönemin ünlü müzikçilerinden Hasan Ferit’e (Alnar) sıra gelince farklı bir tavır takınır.[9] Onun Türk müziğinden Batı müziğine geçmesini ironik bir üslupla “din değiştirme” olarak niteler: “Hasan Ferit Beyi de musiki dinini değiştirenlerden ve tanassur edenlerden (Hıristiyanlaşanlardan) sayalım mı?”
Türk musikisinin en başarılı icracılarından biri iken, kanunu bırakmış ve Viyana'ya gitmiş. Orada, bilhassa kompozisyona çalıştığı haberi alınıyormuş. Sonra Hasan Ferit Bey İstanbul'a dönmüş ‘Yalova türküsü’ gibi şen ve hafif bazı eserler vermiş. Bunlar son kabiliyetini bize ispat edecek kuvvette şeyler değildir. “Fakat acele etmiyoruz ve bir sukutu hayalden bahsetmek sırası geldiğini de söylemiyoruz.”
Hasan Ferit Beyin görüşleri şu iki cümle ile ifade edilebilir: “İstiklâl sahibi bestekârlar gene bildikleri gibi hareket edeceklerdir.” “Yirmi sene sonradan itibaren Türk musikisi tarihine hangi bestekârların hangi eserleri mal olacaksa Türk musikisi o eserlerin üslubunu alacaktır.”
Peyami Safa, anketin okuyucular tarafından dikkatle takip edildiğini, kendisine çok sayıda mektup geldiğini belirttikten sonra mûsiki dostu okuyucuların mektuplarından bazı örnekler veriyor. Cepheleşme bu mektuplarda da vardır. Türk mûsıkisi taraftarı bir okuyucunun şu cümlesi dikkat çekici: “Musikimiz süte benzer, bir limon damlası onu ekşitmeğe, bozmağa kâfidir…” (20.12.1932)
Ankete bir “meb’us” da katılır. Hilmi Bey[10]e göre “Samih Rifat’ın cenazesinde ecnebilerin matem havasını çalmak bir millet için ne ayıp şeydir!” (21.12)
Şefin sopası sallanıyor!
Anket bu minval üzere gider ve farklı görüşler sergilenirken şefin sopası sallanmaya başlar. Ankara’da yayınlanan yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Falih Rıfkı konuyla ilgili bir başmakale yayınlar: “Karar verilmiştir: Türk çocuklarına yalnız garp musikisi öğretilecektir!”
Yani: Boşa debelenmeyin! Sizin bilginizin, fikrinizin, ilminizin hiçbir kıymeti yok. Karar verildi ve uygulanacak! Patlasanız da çatlasanız da!
25 Aralık nüshasında Peyami Safa şöyle bir açıklama ile Falih Rıfkı’nın yazısını aktarır:
“Ben bu anketi yaparken bir anket muharriri olduğumu çok iyi biliyorum. Yani tamamile bitarafım. En koyu alafranga taraftarlarından en koyu alaturka taraftarlarına kadar bu mevzua her hangi bir alaka ile bağlı herkesin fikirlerini buluyor, topluyor, gözlerinizin ve içtihadınızın önüne koyuyorum. Falih Rıfkı Bey anketimizi iyi takip etmemiş olacak; burada çıkan fikirleri musiki irticaı namına yapılan bir tezahürat mı sanmış, nedir, Hakimiyeti Milliye'de bir makale neşretti. Ben bitaraflığıma (tarafsızlığıma) bir vesika olsun diye, bu makaleyi de anketimize bir cevap telakki ediyor ve bu seriye koyuyorum.”
Yazı tamamen ankete karşı yazılmıştır, Falih Rıfkı başta belirtiyor. Çok mütekebbir ve şedit ifadeler ihtiva emektedir. Cumhurbaşkanı’nın çok yakınında bulunan, onun biyografisini, hatıralarını kaleme alan Falih Rıfkı onun gazetesinin de başyazarıdır. Bu yüzden kendisine verilen talimat veya işaret üzerine bu yazıyı kaleme aldığı tahmin edilebilir. Muktedir bir şahsiyetin sopa sallaması mahiyetindeki bu yazı bugün okunduğunda o sıralar memlekette işlerin nasıl yürütüldüğünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyar. Falih Rıfkı’nın yazısı ibret nazarıyla okunmalıdır:
“Türkiye'de musiki yoktur musıkinin medrese kavgası vardır. Böyle büyük davaları yalnız içinden yetişen bir dehâ değil, en başta karar halledebilir. Fakat bu karar verilmiştir. Türk çocuklarına yalnız Garp musikisi öğretilecektir. Türk musikisi, garp musiki âlemi içinde, Rus musikisi gibi, Alman musıkisi gibi, İtalyan musikisi gibi, kendine haslığını onlar gibi yaratan bir musiki olacaktır. Mimaride Türk moderni nasıl olacaksa, resimde Türk dehası ne olacaksa, tıpkı onun gibi.
Bizde alaturkayı canlandıran ve hareketlendiren değil -çünki yeni alaturkanın vasfı büsbütün cansızlık ve hareketsizliktir -fakat plak tüccarlığı vasıtasiyle tutan şey, henüz Türk milletinin tekâmül safhasına erişemiyen şark milletlerinin bir çok an'ane âdetleri gibi, şark musikisine de bağlı kalmakta ve müşteri yetiştirmekte olmalarıdır.
Garpli Türk musikisine asıl yardım edecek olan Bizans alaturkası değil halk musikisidir.
Başmakalemizi bir musıki hasbihaline hasretmek istemiyoruz. Fakat lüzumsuz kararsızlıkların, an'ane ve eski zevklere dayanan inat ve mukavemetlerin bir millete her hangi bir işinde kırk seneyi nasıl kaybettirdiğini göstermek istiyoruz.
Alaturkanın ıslahını düşünmek, medresenin ıslahını, şer'iye mahkemesinin ıslahını, mecellenin ıslahını düşünmekle birdir. Kafamıza, yüreğimize ve asrımıza cevap vermiyen bütün müesseseler gibi, bu müesseseyi de kapamak, garpli Türk musikisinin arayış ve yaratılış hamlesine geçmek lazımdır. Sağdan yazılan türkçe gibi, boğazdan gelen alaturka sesin ömrü bitmiştir. Garp âleminde usul ve ilim, dağlarımızda milli ses vardır. Peyami Safa Bey gibi genç emekler, rasgeldikleri kabiliyetleri garp mekteplerine ve Türk dağlarına göndermek için harcanmalıdır. Alaturka Türk değil, bir şark beynelmilelidir; eski Türkler bu şark beynelmileline asıl kendilerinden bir şey vermişlerse, garp beynelmileli olan musıkiye de benliklerini, kendiliklerini karıştıracaklar, medeniyetler havasına yeni ve genç bir ses daha katacaklardır.”
Bu yazıyı, aradan doksan sene geçtikten sonra okurken, iddialarının tamamen mesnetsiz olduğunu görebiliyoruz. Türkiye 90 sene sonra bakınca bu yazıda iddia edilen noktaya gelmiş midir? Bütün dünyanın saygı duyduğu Batı tarzı bir Türk mûsıkisi ortaya çıkmış mıdır? Büyük şehirlerimizin bir ana caddesinde veya meydanında insanlara rastgele şu soruyu soralım: “Batı klasik müziği tarzında beste yapan sadece bir bestekârımızın ismini söyler misin?” Nasıl bir cevap alacağınızı sanıyorsunuz? Yüzde biri bir isim söylese, bu “sahibinin sesi”nin iddiası ciddiye alınabilir!
Evet “alaturka” çökertilmiştir de yerine ne konulmuştur? Avrupa’nın çok sesli klasik mûsikisi mi? Türkiye’de popüler musıki dahi Türk mûsikisinden uzaklaşmış, arabeskten popa doğru bir yelpazede piyasa müziği yaygınlaşmıştır. Milletin kulakları zehirlenmiş, kendi sesini de duyamaz hâle gelmiştir. Bu kibir dolu yazı tam bir alçaklık numunesidir. Kendi bilgin yok, fikrin yok, hassasiyetin yok. Bir yerlerden aldığın emirle racon kesiyorsun. Alçaklığın bu nev’ine az rastlanılır. Hani Zübük kağnı gölgesinde oturur da kendini aslan sanırmış. Zübük dahi bu yazardan daha şereflidir!
Peyami Safa, ertesi günkü gazetede anket bölümünde Paris’te öğretim görmüş genç bir icracı olan Münir Nureddin’in görüşlerine yer verir. Münir Nureddin öz olarak şunu söyler: «Eski musiki olduğu gibi bırakılıp kendi seyrinde inkişaf etmeli, garp tekniğine uygun yeni besteler yapılabilir.»
Falih Rıfkı’nın bir gün önce aktardığı görüşlerine karşı fikirlerini de “Bana kalırsa” sütununda “Bir ihtisas mes’elesi” başlığı altında açıklar: “Bu satırları yazan Falih Rıfkı Bey, öyle sanıyorum ki, musiki ile uzak, yakın meşgul olmuş bir zat değildir; fakat, biliyoruz ki, musiki mütehassısı hiç değildir. Bir de, resmen Avrupa'dan getirdiğimiz iki mütehassın fikirlerini tekrar edelim.” Diyerek Josep Marks ve Fredrik Ştatzer’in daha önce aktardığımız görüşlerini tekrarlar. Ardından yine Eugene Borel’in fikirlerini zikreder ve yazıyı şöyle bitirir:
“Eğer mes’eleyi bir Avrupalı kafasile haletmek için Avrupa’lı mütehassıslara sorarsak onlar böyle diyorlar; Falih Rıfkı Bey de adeta aksini söylüyor ve davayı bir medrese kavgası halinde görüyor. Bence her fikre ‘geri” damgasını basmak, onu irticala itham etmek kolaydır; fakat Türk musikisine ‘ileri” hızlar verebilmek için ihtisas lâzımdır. Ben itiraf ederim. Ki, mütehassıs değilim; Falih Rıfkı Bey kendini mütehassıs zannediyor mu, bilmiyorum.”
26 aralık tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan bu anket ve Peyami Safa’nın yazısından sonra iki gün ankete ara verilir. 3. Gün, yani 29 aralık nüshasında
“Uzun müddet Avrupa'da bulunmuş, ameli (pratik) ve nazari (teorik) etütler (incelemeler) yapmış Viyolonist Pr(of).” Andonyades’in görüşlerine yer verilir. Rum olduğu anlaşılan Andonyades, “Musikinize yabancı değilim, mükemmeldir. Fakat Avrupaî bir musikiye de ihtiyacınız var” der. Ruslar, Çekoslavaklar, İspanyollar, Macarlar millî motiflerini armonize ederek mûsikilerine meydana getirmişlerdir. Türklerin mûsıkisi başka bir ses ailesine mensuptur. Bu noktada Peyami Safa “Türk musikisi armonize edilemez mi diyorsunuz?” sorusunu sorar. Cevap şudur: “Edilemez değil, edilmemelidir, buna lüzum yoktur, diyorum. Sizin monodik bünyedeki musikinizin melodileri çok müstesna şeylerdir. İçinde zengin bir âhenk manzumesi taşırlar. Bu melodilerin orkestrasyon yolile zenginleşmeğe ihtiyaç yoktur.”
Peyami Safa anketi şu cümlelerle bitirir:
“M. Andonyades'ten ayrıldıktan sonra düşündüm: Anketimize cevap verenler arasında millî musikimizi kendi inkişafında serbest bırakarak bundan sonra ayrıca bir de polifonik musiki vücude getirmemiz lâzım geldiğini söylüyenler üç kişi oluyordu: Konservatuvar muallimi Her Ştatzer, Münir Nurettin ve M. Andonyades Bu fikir sahiplerine göre bizim iki musiki sahibi bir millet olmamız lâzım gelecek. Fakat bugün ikiden de fazla: Alaturka musiki var, Muhlis Sabahattin Bey var, alafrangamsı musıki var, Hasan Ferit Beyin tarzile eklektik bir musiki var, alafranga musiki var. Hepsi konserlerde, birahanelerde, operetlerde, evlerde, radyoda, plaklarda çalınıyor ve hepsi yaşıyor. Buna musiki nevilerinin (türlerinin) zenginliği mi demeli, anarşi mi?”
Bu cümleler günün anketinin, değil tamamının bitiriş cümleleri olur. Kanaatimize göre, bu anketin daha fazla uzatılmaması, konunun böyle bir zeminde akıl, mantık ve ilim çerçevesinde ele alınması rahatsız edici bulunmuş ve gazete uyarılmıştır. Gelecek günlerde Türk musikisinin öğretilebilirliğinin engellenmesi bir yana radyolarda icrası da men edilir. Umuma açık yerlerde hatta düğünlerde icrasının yasaklanması düşünülür. Böylece dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir inkılâp yapılır: Musıki inkılâbı!
1924’te Ankara’da Musıki Muallim Mektebi kurulur. Amaç, orta dereceli okullar için batı tarzı öğreticiler yetiştirmektir. 1925’te tekkelerin kapatılması Türk müziğine büyük bir darbe vurur. Bilhassa Mevleviliğin mûsıki ilgisi düşünülürse, bunun ne kadar büyük bir yıkım olduğu anlaşılabilir. 1926’da Darülelhan belediyeye bağlanır ve Şark Mûsıkisi Şubesi kapatılır. Böylece Türk musikisinin öğretimi resmî olarak men edilir. Ancak bir icra heyeti kurulacak fakat eğitim-öğretim faaliyeti yapmayacaktır. Böylece “irtica musıkısi”nin öğretilmesi yasaklanmıştır.[11]
Darülelhan’da Türk musikisi tedrisatının kaldırılması sırasında Rauf Yekta Bey Anadolu’da halk müziği derlemeleri yapmaktadır. Dönüşte haberdar olduğu konuyla ilgili yazısında şaşkınlığını şöyle ifade eder: “Seyahatimizden avdet ettiğimizde (döndüğümüzde) şehrimizin matbuatını şiddetli ve aynı zamanda haklı bir tenkit ve şikâyet velvelesi içinde budum; gazeteler ‘Türk musikisi ilga edilemez!’ (kaldırılamaz) diye feryad ediyorlardı. Başka memleketlerde olsa bu sözden vehleten (birdenbire) kimse bir şey anlayamaz, Öyle ya! Bir milletin musıkisi resmî bir encümen (komisyon) kararıyla nasıl ilga olunabilir?”[12]
Türk mûsıkisi resmen “ilga” edilmiştir ve peşpeşe yasaklar getirilmiştir. Bu öyle bir yasaktır ki, yarım asır sürer! Ancak 50 yıllık bir aradan sonra 1976’de Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı kurulabilir!
Karabatak Dergisi 65. Sayı, Kasım-Aralık 2022
[1] Yılmaz Öztuna: Büyük Türk Mûsıkîsi Ansiklopedisi, C. II, 1990, sf. 411-412, ayrıca bkz. Türk Mûsıkîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Ankara, 2000)
[2] Candide Fransa’da 1930’larda 150 binin üzerinde tirajı olan bir gazete imiş.
[3] Emile Vuillermoz’la ilgili elektronik ortamda bir hayli bilgi var. Döneminin meşhur mûsikişinas ve tenkitçilerinden biri olduğu anlaşılıyor. Bestekârlığı da varmış. Bir hayli de kitabı var.
[4] Rauf Yekta: İstanbul 1871-1935. “Mûsiki nazariyatçısı ve yazarı, bestekâr, neyzen.” Darülelhan’ın kurucularından geniş musıki bilgisine sahip müzikolog. Darülelhan’da Türk mûsikisi nazariyatı ve Şark mûsikisi tarihi dersleri verdi. 1934’te radyolardan Türk mûsikisinin kaldırılmasına çok üzüldüğü, bu sebepten hastalığının şiddetlendiği ve defni sırasında Cemal Reşit Rey’in Ruşen Ferit Kam ve Mesut Cemil’e, “Mûsiki şehidi oldu” dediği nakledilmektedir.
[5] Gönül Paçacı Tuncay: “Dârü’l-elhan” uzun hikâye” (Osman Nuri ÖzpekeI’in Dârü’l-elhan Külliyatı, İstanbul 2029 kitabı içinde)
[6] Eugene Borrel: Fransız müzikolog. Adnan Saygun’un Paris’teki hocalarından.
[7] Cantilène: Yavaş ve hazin şarkı (Kamus-ı Fransevî)
[8] Avusturyalı Friedrich von Ştatzer (1906-1974). 1932’de Türkiye’ye gelmiş, Konservatuvar’da hocalık yapmış, 1944’te Türk tabiyetine geçmiş, Ferdi ismini almıştır.
[9] Hasan Ferit (Alnar). Çocuk yaşlarda kanun ve kemençe sanatçılığı ile tanınmış, ilk bestesini 13 yaşında yapmış, klasik musıkimizin gelecek vaad eden isimleri arasına girmiş, fakat 1927’de (21 yaşında) Viyana’ya yerleşmiş ve orada Viyana Devlet Müzik Akademisi'nin bestecilik bölümünde Joseph Marx'ın öğrencisi olmuş. 1932’de Türkiye’ye dönmüş. O artık tamamen batı müziği ile ilgilidir. “Türk beşleri” denilen Batı müziği bestecileri arasında sayılır.
[10]Dr. Hilmi (Oytaç): 1879-1942) Selânikli, tabip, dahiliye mütehassısı. “Bozkurt Cumhuriyet marşı”nı bestelemiş. O sıralar Malatya Meb’usudur. Mustafa Kemal’in karargâh doktoru. 2. Dönemden başlıyarak 6. Döneme kadar meb’usluk yapmıştır. Milletvekili olarak ölmüştür.
[11] Şark Musikisi Şubesi’nin kapatılması kararını veren Sanayi-i Nefise Encümeni üyelerinden İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) “Alaturka musiki irtica musikisidir, ona müdahale etmek lâzımdı” demiş.
[12] Gönül Paçacı Tuncay: “Dârü’l-elhan” uzun hikâye”, sf. 26
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.