D. Mehmet Doğan: Mîsak-ı Millî ne kadar millî?
Niye ve ne zaman bu andı içmişiz?
28 Ocak 1920’de Meclis-i Meb’usan’ın gizli oturumunda Mîsak-ı Millî kabul ediliyor. İkinci maddede, Elviye-i Selâse (Üç Sancak: Batum-Ardahan-Kars)nin anavatan sınırları içinde olduğu belirtilmektedir. Bu durumda Mîsak-ı Millî, Erzurum ve Sivas kongrelerinde benimsenen sınırları genişletmektedir. 17 Şubat 1920: Mîsak-ı Millî Beyannamesi’nin Edirne Meb’usu M. Şeref Bey tarafından Osmanlı Meclisi’nde kürsüden okunması ve alkışlar içinde kabul edilmesi…
Bir ay geçmeden Osmanlı Meclisi İngilizlerin baskını sonucu kapanır, İstanbul bir daha işgal edilir! Bir zamanlar çok revaç bulan bir "yardımcı inkılâp tarihi" kitabında, İstanbul'un işgaline bir türlü mânâ verilemiyerek şöyle denilmektedir:
"Kaltrop'un kehanet kabilinden sezdiği bu gerçeklerin belirtilmesinden sonra, 16 Mart 1920'de İstanbul'un fiilen işgal edilmesi ve Osmanlı Meclisi'nin dağıtılması, anlaşılması ve açıklanması güç bir durum yaratmakta ve o sırada İngiliz politikasının çelişkilerini ortaya koymaktadır. Gariptir ki, Londra'dan 6 Ekim 1919'da General Milen'e verilen talimatta, Anadolu demiryolu boyunca yerleştirilmiş olan İngiliz kuvvetlerinin bulundukları yerlerde kalması için kuvvet kullanılması bildiriliyor ve milliyetçilerle açıktan açığa çatışma durumu yaratıldığı takdirde, bu kuvvetlerin geri alınması emrediliyordu. Milliyetçilerle herhangi bir şekilde çatışmayı göze almadıktan sonra, İstanbul'da alınacak tedbirlerin ve İstanbul Hükümeti’ni tutmanın ne faydası olabilirdi? Bu açıdan bakıldığı takdirde de 16 Mart'da İstanbul'da yapılan operasyonun anlamını kavramak mümkün değildir."
"... Profesör Jaeschke'nin kanaatine göre Türk millî kuvvetleri tarafından Gelibolu'daki Akbaş silah ve cephane deposunun basılarak çok sayıda silah ve cephanenin Anadolu'ya kaçırılması, İngilizleri sinirlendirmiş ve sert tedbirler almaya zorlamıştır, başkaca makul bir sebep göremediğimiz için Prof. Jaeschke'nin bu kanaatine katılmaktayız. Fakat şu var ki, aylardan beri İstanbul'da bile silah kaçakçılığı yapılıp dururken Akbaş olayı, 16 Mart yanılmasına düşülmesi için yeter sebep olamazdı."
"...İstanbul ellerinin altında bulunuyordu. Kan dökmeden, Türkleri tahrik etmeden ve İstanbul'un işgal edildiğini ilân etmeden, yine de diledikleri tedbirleri alabilirlerdi. Fakat gafletle yürütülen bu politikanın içinde bulunanlar, şaşırmaya ve hata üstüne hata yapmaya mahkûmdurlar. Osmanlı Meclisi ‘Mîsak-ı Milli’yi kabul ve ilân etmekten başka bir şey yapmamıştı. Meclis'ten beş on milliyetçi lideri alıp Malta'ya götürmekle Anadolu'daki milliyetçilerin yılacağını ummak çocukça bir düşünce idi. Mîsak-ı Millî serinkanlılıkla incelenebilseydi, İngiliz menfaatleri ile hemen hemen hiç çatışmadığı görülecekti... İngilizler Hilafet’ten kurtulmak istiyorlardı, Mustafa Kemal Paşa ile bu konuda anlaşabilirlerdi. Fakat bütün bunları gözden kaçıran İngilizler, İstanbul'u işgal edip Osmanlı Meclisi’ni dağıtmakla, Mustafa Kemal Paşa'ya ikinci büyük bir koz vermiş oluyorlardı. Paşa asıl yapmak istediğini, İngilizlerin sayesinde artık bundan sonra yapmak imkânını bulacaktı. Burada, Türk kurtuluş hareketine yardım etmek isteyen meçhul bir kuvvetin İstanbul'daki İngiliz sorumlu kişileri ve bunların kanalı ile İngiliz hükümetini yanıltmış ve teşvik etmiş olmak ihtimali bile akla geliyor. Bu noktanın aydınlanmaya muhtaç tarafları olsa gerek." (Sabahaddin Selek: Anadolu İhtilâli, 6. bs. 1976, sf. 439-443)
Yazar, "Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan, en hatıra gelmez ihtimalleri hesaba katan" İngilizlerin saflık yaptıklarına, olmazsa; gizli ellerin yardımına veya mucizevî desteklere kendisini inandırmaya çalışıyor. Halbuki, her şeyden önce kendi anlatım tarzı ve yaklaşımı bu nevi açıklamalara kapalıdır. Yazarı bu yönde düşünmeye sevk eden, aksinin doğruluğuna ihtimal verilmesi halinde teorisinin tamamıyla çökmesini kabullenme mecburiyeti ile karşı karşıya kalmak olmalıdır.
İşgalden sonra artık Millî And’a Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi sahip çıkacaktır. Tabiî sınırlarla ilgili görüş şudur: Güney sınırlarımız Arap nüfusun çoğunlukta olmadığı yerlere göre çizilecek. Bu sınır Halep’ten geçmekte, Musul ve Kerkük’ü içine almaktadır.
Arap nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler için Ankara’daki Meclis kendi kaderini tayin hakkını savunmaktadır. Yani ne manda, ne sömürgeleşme!
Mîsak-ı Millî sınırları böyle ilân edilmiştir, ama hem Irak’ta, hem Suriye’de ve Filistin’de Kuva-yı Milliye teşkilatları vardır ve bu bölgeler de Ankara’dan hiza tutmaktadır…
Anadolu’da merkezleşen hükümet, Yunanlılara karşı kazandığı zafere mağlub oldu! İstanbul’un, Trakya’nın işgalden kurtarılması için gerekeni yap(a)madı. Musul ve Kerkük için de aynı şey sözkonusu idi. Yapabilir miydi, yapamaz mıydı?
O zamanın yöneticileri yapılamayacağına inanmış olmalılar!
1921’de Ankara Anlaşması ile Fransızlar, 1923’te Lozan’da İngilizler Mîsak-ı Millî’nin güney sınırını tayin etti. Bu sahte bir sınırdır, nitekim demiryolu güzergâhını takip eder! Bu sahtelik 20. yüzyılın sonunda Irak işgali, 21. yüzyılın başında Suriye vekaletler savaşı ile en yüksek seviyede ilan edilmiştir.
Lozan’da Musul ve Kerkük üzerinde TBMM heyeti çok ısrar etmiş, bunun üzerine İngilizler “bilahire halledelim” diyerek topu dışarı atmışlar, sonra da menfaatleri istikametinde halletmişlerdir. 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da Musul meselesi ile ilgili Haliç Konferansı toplanmış, tabiî ki sonuç alınamamış, İngilizler meseleyi Milletler Cemiyeti’ne götürmüştür. Bile bile lâdes: Zaten Cemiyet’in hâkimi onlardır!
Şimdi Mîsak-ı Millî sandığımız sınırlara “Mîsak-ı İngilizî” sınırları desek hata olmaz! Gafil inkılap tarihçileri bu hakikati fark edecek bilgiden ve ferasetten yoksundur.
Ver Musul’u, yap inkılâpları!
İngilizler Musul ve Kerkük’ü, yani o zamanın en mühim petrol bölgelerini kontrol altına aldıktan sonra, Türkiye’de akla ziyan inkılâplar yapılmıştır. Eğer Mîsak-ı Millî İstanbul Meclisi’nin kabul ettiği şekilde kalsa idi, sınırlarımız içinde daha fazla etnik bakımdan Türk olmayan unsur bulunacaktı (Arap, Kürt). Bu durumda ne din karşıtı inkılâplar ulu orta yapılabilecekti, ne de sentetik türkçülük revaç bulacaktı. Türkiye ister istemez Osmanlı devamı bir siyaset takip edecekti. Bu türkçenin ve Osmanlı-Türk kültürünün bu bölgelerdeki kapsayıcılığını ortadan kaldırmayacaktı.
Lozan’da Mîsak-ı Millî ile masaya oturmak demek, bu “millî and”a dahil olmayan konulardan müzakereye bile lüzum görmeden sarfınazar etmek demektir. Bunun açık türkçesi şudur: Milletimizin bin yıllık tarihî haklarını savunmaktan vaz geçmek! Buna rağmen gerçek Mîsak-ı Millî sınırları dahi korunabilse idi, Türkiye’nin ekonomik varlığı güçlenecek ve büyük iktisadî sıkıntılar, yokluklar, kıtlıklar çekilmeyecekti.
Devrimler dış güvenlik gereği
Millî Mücadele sonuç itibariyle Mustafa Kemal’in başarısı ise, bu başarının sebepleri ne olabilir? 1919-1926 dönemi Türk-İngiliz ilişkilerini konu edinen tezinde Ömer Kürkcüoğlu, Mustafa Kemal’in gerek Mücadele esnasında gerekse sonrasında İngiliz menfaatleriyle çatışmadığını, hatta Mîsak-ı Millî’yi İngilizlerin tutumlarını dikkate alarak tanzim ettiğini, Lozan’da Boğazlar konusunda İngiltere’nin tezine yakın bir görüş benimsediğini, Musul konusunda da 1926’da İngiltere’den yana bir çözüm kabul ettiğini kaydetmektedir. Millî Mücadele’den sonra, kitlelerde hoşnutsuzluk uyandıran devrimler yürüten Mustafa Kemal için de batılılaşma dış güvenlikle birlikte iç güvenlik gereği haline gelmiştir. (Prof. Ömer Kürkcüoğlu: Türk İngiliz İlişkileri 1919- 1926, 1978 sf. 5-6)
Mîsak-ı İngilizî bizim için yanlış hesaptı! Bu hesabın Bağdat’tan döneceği kesindi. Yüzüncü yılı geride bıraktık, hesabın yanlışlığı bas bas bağırıyor. Eğer Turgut Özal’ın kararlılığı 1990’larda askeriye tarafından benimsense idi, meselenin halline kuvvetli bir adım atılabilirdi. Daha sonra bir fırsat daha kaçırıldı. Tayyip Erdoğan’ın yasaklılığı zamanında tezkere reddedildi. Çok romantik gerekçelerle!
Mesele şu: Büyük enerji kaynakları burada ve güvenliğinin sağlanması Irak’ın üstesinden gelebileceği bir iş değil. Enerji güvenliğini sağlayacak bir gücün burayı kontrol etmesi gerekiyor.
Türkiye olmazsa İran olabilir mi?
Amerika’nın şimdiki oyunu bu…
Irak’ta, Suriye’de şiilik üzerinden İran kontrolü inkâr edilemeyecek bir noktaya vardı!
Mîsak’ın unutturulan maddesi!
Bugün dahi Mîsak-ı Millî’nin tam metnine inkılâp tarihlerinde pek rastlanmaz. İşte 4. madde:
“Makarr-ı Hilafet-i İslâmiye ve Payitaht-ı saltanat-ı seniye ve Merkezi hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehriyle Marmara denizinin emniyeti her türlü halelden masun olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartiyle Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticaret ve münakalat-ı âleme küşadı hakkında, bizimle sair bil’umum alakadar devletlerinin müttefikan verecekleri karar muteberdir.”
İslâm hilafetinin karargâhı ve yüce saltanat ve Osmanlı hükümetinin merkezi olan İstanbul şehriyle Marmara denizinin emniyeti her türlü karışıklıktan korunmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartiyle Çanakkale ve İstanbul boğazlarının ticaret ve dünyanın ulaşımına açılışı hakkında, bizimle diğer bütün ilgili devletlerin birlikte verecekleri karar geçerlidir.
Lozan’da Boğazlar üzerindeki kontrolü milletlerarası bir komisyona bıraktık. Bu bölgeye asker sokamazdık, ağır silahlar en yakın Derince’de olabilirdi. Çanakkale harp sahasında şehidliklerimize bu yüzden sahip çıkamadık. İstanbul’u başkent yapmaya gücümüz yetse idi, Boğazların kontrolünü de elimizde tutabilir ve 1936’ya, Montrö’ye kadar beklemek zorunda kalmazdık.
Cins Dergisi
Temmuz 2023 Sayı 94
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.