'Büyük Dönüş Yürüyüşü' İsrail’i neden korkutuyor?
İSTANBUL - HAYDAR ORUÇ
İsrail'in işgal altında tuttuğu Batı Şeria’daki Celile bölgesinde bazı arazilere el koymak istemesi üzerine 30 Mart 1976 tarihinde başlayan olaylarda 6 Filistinlinin öldürülmesi ve yüzlercesinin yaralanması münasebetiyle her yıl Filistinliler tarafından değişik etkinliklerle anılan Toprak Günü (Yevmu'l Ard)’nün bu yılki teması “Büyük Dönüş Yürüyüşü” olarak belirlendi. 30 Mart 2018’de Gazze’nin İsrail sınırlarına gelen yaklaşık 30 bin Filistinli, buradan seslerini dünyaya duyurmak ve İsrail işgaline son verebilmek için protestolara başladı. Filistinlilerin Nekbe (Büyük Felaket) olarak kabul ettikleri İsrail devletinin kuruluş tarihi olan 15 Mayıs’a kadar sürdürülmesi planlanan bu gösterilere katılanlardan, İsrail askerlerinin güvenlik ve terör bahanesiyle gerçek mermilerle müdahale etmesi sebebiyle şimdiye kadar 45’i hayatını kaybederken 5 bin'den fazlası da yaralandı.
İsrail’in 2006 yılından beri uyguladığı hukuksuz ambargo nedeniyle açık hava hapishanesi haline gelen Gazze’de yaşayan yaklaşık 2 milyon Filistinlinin şimdiye kadar maruz kaldığı insanlık dışı uygulamalara yenilerinin eklendiği bu sürece daha yakından bakarak İsrail’in bu pervasız davranışının arka planının ortaya çıkarılmasına ihtiyaç vardır. Zira olayı sadece İsrail işgalini protesto eden bir gruba güvenlik güçlerinin müdahalesi olarak yansıtmak yetersiz kalacaktır. Özellikle İsrail-Gazze sınırına yerleştirilen keskin nişancı askerlerin, sınır güvenliğini sağlamak kılıfı altında sınırın Gazze tarafındaki tel örgülere yaklaştığı için gözlerine kestirdikleri silahsız Filistinlileri, sınır tecavüzü girişiminde bulunup bulunmadığına veya herhangi bir saldırı hazırlığında olduğuna bakmaksızın katletmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Ayrıca İsrailli yetkililerce dünyanın en ahlaklı ordusu olarak lanse edilen bir ordunun askerlerinin, kendileri için bir tehdit oluşturmadığı halde hem de kendi sınırlarının ötesinde masum bir sivili öldürmeleri sonrasında sevinç çığlıkları atması ve bu esnada yanında bulunan diğer askerlerin görüntüleri kaydederek sosyal medyada övgüyle yayınlaması, İsrail ordusunun etik kodlarında ciddi bir sıkıntı olduğunu göstermektedir.
Gösterileri itibarsızlaştırma çabası
İsrail hükümeti olayların başladığı ilk günden beri, Filistinlilerin protestolarını kendi egemenliklerine karşı girişilen bir terör eylemi olarak gösterme çabası içerisindedir. Hatta gösterilerin başladığı ilk hafta içinde öldürülen Filistinlilerden birkaçının Hamas üyesi olduğuna dair görseller medyaya servis edilmişti. Başbakanlık tarafından İsrail’in tüm misyonlarına verilen talimatta, protestoların itibarsızlaştırılması için aynı dilin kullanılması ve Filistinliler lehine oluşabilecek atmosferin engellenmesi için girişimlerde bulunulması talep edilmiştir. Bu sayede tel örgüler civarına gelerek İsrail’in yetmiş yıllık işgalini protesto eden ve kendi topraklarına dönme istediklerini dünyaya haykırmaya çalışan silahsız Filistinlilere karşı sergilenen orantısız güç kullanımı da meşrulaştırılmaktadır.
Bu çabalar sonuç vermiş olacak ki, BM Güvenlik Konseyinin geçici üyesi Kuveyt tarafından “Filistinlilerin barışçıl gösterilerinin desteklenmesi ve İsrail’in müdahalesinin soruşturulmasını” talep eden taslak konseyde ABD tarafından veto edilmiştir. Böylelikle İsrail’in herhangi bir uluslararası baskı görmeden, 15 Mayıs’a kadar sürdürüleceği açıklanan gösterilere kendi uygun gördüğü şekilde müdahale etmesinin de önünde herhangi bir engel kalmamıştır.
İsrail, Hamas'ın inisiyatifi ele almasından endişeli
Özellikle Trump’ın görevlendirdiği dar bir Amerikan Yahudisi ekip tarafından kotarılan ve ekseriyetle İsrail’in istediği doğrultuda maddeler içermesi beklenen sözde İsrail-Filistin barış anlaşmasının gündemde olduğu ve içeriğinin açıklanmasının beklendiği bir dönemde, İsrail’in bu gibi kalkışmalara tahammül göstermeyeceği biliniyordu. Hem de Trump’ın Kudüs kararı sonrası başlayan protestoların dozu azalmış ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgenin etkili Arap unsurlarından bu konuda zımni destek sağlanmışken, bu sürece zarar verebilecek girişimlerin tolere edilmesi, İsrail açısından mümkün görünmüyordu. Oslo sürecinin fiilen çöktüğü, iki devletli çözüm alternatiflerinin telaffuz edilmeye başladığı ve artık İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’de işgalci güç olarak anılmadığı bir dönemde, İsrail lehindeki bu olumlu havayı bozacak hiçbir şeye izin verilmesi söz konusu dahi değildir. Hem de müttefiklerine terör örgütü olarak kabul ettirdiği ve bu sayede ablukayı sürdürerek hayatta kalma imkânı bırakmadığı Hamas’ın intifada benzeri bir harekete yol açarak, tekrar Filistin halkının ve diğer ülkelerin teveccühüne mazhar olmasına müsaade edilemezdi.
Ayrıca Hamas ve El Fetih arasında milli mutabakat hükümeti kurulmasına dair anlaşmaya varılmış olmasına rağmen, iki taraf arasında henüz tam manasıyla güven oluşmamışken Hamas’ın inisiyatifi eline tekrar alacak bu gibi girişimlerine de izin verilemezdi. Kaldı ki İsrail-Filistin meselesinin İsrail tezlerine uygun şekilde çözümlenmesi için tarihteki en uygun zaman dilimi yakalanmışken, fırsatın bu gösteriler nedeniyle elden kaçmasına göz yumulamazdı. Dolayısıyla protestoların daha da büyümeden, derhal ve her ne şekilde olursa olsun bastırılması İsrail’in tercihi olmuştur.
Netanyahu hakkındaki yolsuzluk soruşturması
İsrail’in Gazze’deki protestolara orantısız müdahalesinin arkasındaki korkunun diğer bir nedeni de, Netanyahu aleyhindeki soruşturmalarının gidişatıdır. Zira başbakan Netanyahu aleyhindeki yolsuzluk soruşturmaları ayyuka çıkmış ve dava açılmasına ramak kalmışken kendisini ve kabinesini güçsüz gösterecek ve tavize zorlayacak her türlü girişim en sert şekilde bastırılmak durumundadır. Aslında bu protestoların, iyice bunalan Netanyahu’ya, kendisine odaklanmış dikkatleri dağıtmak için bir fırsat sunduğu vaki olsa da, Netanyahu’nun iktidarını korumak için konjonktürün sağladığı avantajı da kullanarak kamuoyunu Gazze’deki olaylara yönlendirmeye çalıştığı da muhakkaktır. İsrail’in bekasına yönelecek bütün tehditleri savuşturmaya muktedir bir başbakan algısı, yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle zarar gören imajı onaracak mahiyettedir. Netanyahu’nun, “onların bize dokunacak mesafede olmalarına izin vermeyeceğiz, bize zarar vermek isteyenlere önce biz zarar vereceğiz” şeklindeki sözleri bu yöndeki çabanın en bariz göstergesidir.
Buna mukabil son dönemde Suriye’ye yönelik hava saldırıları, Afrikalı mültecilerle ilgili gelişmeler ve İran ile P5+1 arasında imzalanan nükleer anlaşmanın iptal edilmesine yönelik adımlar da Gazze’deki protestolara karşı sergilenen şiddetin diğer kullanışlı aparatları olarak değerlendirilebilir. Böylelikle kamuoyunun dikkati sözde ulusal güvenlik mevzularıyla meşgul edilirken, Netanyahu, aleyhindeki soruşturma tehdidini savuşturacak tedbirler alabilecektir.
İsrail’e yönelik tepkiler
İsrail, gösterilerin başladığı ilk günden itibaren mevcut ABD yönetimini arkasına alarak orantısız güç kullanmaya devam etmektedir. Hem Beyaz Saray hem de dışişlerinden yapılan açıklamalarda konuyu bir “meşru müdafaa” olarak gördükleri ve "İsrail’in kendi sınırlarını koruma hakkı olduğu" vurgulanmıştır. Hatta insanları öldürüleceklerini bile bile sınıra gönderdikleri gerekçesiyle yaşananlardan dolayı Hamas’ın sorumlu olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla ABD yönetimi için mesele, gösterilerde kaç kişinin öldürüldüğü ya da yaralandığı değil, Filistinlilerin İsrail’in egemenliğine meydan okumaları nedeniyle cezalandırılmalarının normal olduğu şeklinde görülmektedir. Bu sayede sınıra yerleştirilen keskin nişancılar menzillerine girenlerin gazeteci, çocuk, yaşlı veya engelli olup olmadığına bakmaksızın öldürmeye ve kendilerine verilen emirleri yerine getirmeye devam etmektedirler.
Neyse ki yaşanan bu insanlık dramını herkes aynı pencereden görmemektedir. Beşinci haftasına giren protestoların bütün kayıplara ve her türlü engellemeye rağmen ısrarla sürdürülüyor olması şimdiye kadar sessiz kalan kesimlerin de itirazlarına yol açmaya başlamıştır. İsrail’in orantısız davranışlarını en başından beri kınayarak Filistinlilerle tam bir dayanışma gösteren Türkiye’nin dışında İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinin yanı sıra Rusya ve Çin gibi devletler de İsrail’i uyguladığı şiddet politikalarından ötürü kınayarak, barışçıl gösterilere izin vermesi çağrısında bulunmuşlardır. Buna ilave olarak Arap Birliği aldığı kararla İsrail’i kınarken, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nden yapılan açıklamalarda ise İsrail’in barışçıl gösterilere izin vermesi ve müdahalenin daha ölçülü olması tavsiye edilmiştir. Ayrıca BM ve AB tarafından yaşananlarla ilgili bağımsız bir soruşturma açılması talep edilmiş ancak İsrail bu talepleri reddetmiştir. En çarpıcı açıklama ise Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Fatou Bensouda’dan gelmiştir. Bensouda yaptığı açıklama, “olayları yakından takip ettiklerini ve yaşananları not ettiklerini” söyleyerek mahkemenin sivillere yönelik yapılan saldırıları ve etnik temizliği andıran müdahaleleri re’sen soruşturma yetkisi olduğunu hatırlatarak bu konuda emir verenlerin de emri uygulayanların da ortak sorumluluğu olduğunu belirterek İsrail ordusuna çağrıda bulunmuştur.
Benzer bir çağrı da İsrail’in en etkili hak temelli sivil toplum örgütlerinden olan B’Tselem’den gelmiştir. Sivillere ateş eden İsrail askerlerine çağrı yapan örgüt, “bu davranışlarının hem uluslararası hukuka hem de İsrail kanunlarına aykırı olduğu gerekçesiyle kendilerine verilen emirleri uygulamamalarını” tavsiye etmiştir. Hukuksuz emrin uygulanmamasının itaatsizlik olarak değerlendirilemeyeceğini belirten örgüt, aksi takdirde ateş edenlerin de sonuçlardan sorumlu olacağını söyleyerek, askerleri bu suça ortak olmamaya davet etmiştir.
İsrail-Filistin barışının sağlanması için önemli çalışmalar yapan ABD merkezli Barış İçin Yahudi Sesi (Jewish Voice for Peace) isimli örgüt ise yaptığı açıklamada, “İsrail’in olayları karşılıklı bir çatışma gibi lanse ettiğini ancak sahaya bakıldığında bir tarafta silahlı ve donanımlı askerler varken diğer tarafta barışçıl haklarını kullanmak isteyen silahsız siviller olduğu görülmektedir” diyerek durumun vahametini dünyaya göstermeye çalışmaktadır.
Sonuç olarak, İsrail’in başından beri bir kalkışma olarak göstermeye çalıştığı Filistinlilerin “Büyük Dönüş Yürüyüşü” her türlü karalamaya ve dezenformasyona rağmen devam etmektedir. İsrail işgalini sonlandırmayı ve kendi topraklarına yeniden dönmeyi mümkün kılmak adına, dünyanın ilgisini tekrar bu bölgeye çekmek amacıyla yapılan barışçıl gösterilerin aşırı güç kullanarak engellenmeye çalışılmasının hukuki bir zemini yoktur. Mevcut ABD yönetiminin de desteği sayesinde uluslararası yaptırımdan muaf olduğunu düşünen İsrail yönetiminin bu hukuksuz ve insanlık dışı davranışları kendi halkı tarafından da kabul görmemektedir. Kaldı ki tarihte maruz kaldıkları sürgünler, kötü muamele ve soykırım nedeniyle “bir daha asla” mottosunu geliştiren Yahudilerin, ellerine fırsat geçince aynı kötü muameleyi başkalarına yapmaları da anlaşılır bir durum değildir. Netice olarak İsrail'i devlet terörü mahiyetindeki müdahalelerden kaçınmaya ve müşterek bir gelecek için tarafları memnun edebilecek adil bir çözüme zorlamak için uluslararası toplumun aktif olarak devreye girmesi başlıca öncelik olarak ortaya çıkmaktadır.
[Haydar Oruç, 2014 yılından beri araştırmacı olarak Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nün (ORMER) İsrail masasında, siyaset ve toplum ilişkileri ve sivil toplum örgütlerinin politika yapım sürecindeki rolleri üzerinde çalışmaktadır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.