69 yıl sonra NATO

69 yıl sonra NATO
69 yılın sonunda NATO, devasa gücüne rağmen hâlâ tartışmaların odağında yer alıyor ve üye ülkeler arasında derinlemesine bir uçurum ortaya çıkıyor.

İSTANBUL - Murat Yeşiltaş

Bugün NATO’nun kuruluşunun 69. yıl dönümü. 1949 yılında kurulduğunda, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği doğu bloku ile ABD’nin liderliğini yaptığı Batı bloğunu askeri olarak birbirinden ayıran NATO, asıl işlevini Avrupa’nın askeri olarak yeniden inşası ve Sovyet yayılmacılığı karşısında savunulması bağlamında ortaya koymuştu. Soğuk Savaş boyunca (üye devletlerin ittifakın beşince maddesinde tecessüm etmiş “Üyelerden birine yapılan saldırılarının tüm diğer üyelere yapılmış sayılacağı” anlamına gelen) “ortak savunma” anlayışı çerçevesinde hareket eden örgüt, 1990 yılında bu savaşın galibi olarak zaferini ilan etmişti. Bu zaman zarfı içinde, NATO jeopolitik nüfuz alanını tedrici bir şekilde genişletirken, Sovyetler Birliği karşısındaki askeri, ekonomik ve siyasi gücünü de pekiştirmeyi başarabilmişti.

1990’ların ilk yıllarında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından, NATO’yu var eden sebeplerin ortadan kalktığına dair önemli tartışmalar yaşanmış olsa da, örgüt hem stratejik misyonunu yeniden tanımlayabilmiş hem de jeopolitik nüfuz alanını Sovyetlerin çekildiği coğrafyaya doğru genişletebilmişti. Ancak bu durum, Rusya’nın 2000’lerle birlikte başlayan yeniden yükselişiyle, Moskova ile Brüksel arasında yeni bir mücadele cephesinin oluşmasına neden oldu. Gürcistan, Ukrayna ve Rusya’nın yeniden Doğu Avrupa’ya sarkma stratejisi, Akdeniz’deki askeri varlığını arttırma ve Suriye ile kazandığı yeni pozisyon nedeniyle, ittifakın Rusya’ya yönelik stratejisini yeniden gözden geçirme zorunluluğu ortaya çıktı. Rekabetin, güvenlik sorunlarının çeşitlenmesiyle birlikte, nüfuz alanı oluşturmak olmadığı ise 2000’ler sonrasında çok daha çarpıcı bir biçimde anlaşıldı.

Bugün 29 üyeye ulaşan NATO, günümüzün uluslararası siyasetinin hâlâ en güçlü askeri örgütlenmesi, en büyük siyasi örgütlenmelerinden biri ve üyelerinin toplam ekonomileri dünya ekonomisindeki pastada yaklaşık 37 trilyon dolarla en büyük payı teşkil eden ülkelerden oluşuyor. NATO üyesi ülkelerinin 1 trilyon doları bulan toplam savunma harcamaları ve askeri güçleri dikkate alındığında ise bu büyüklük daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor.

Bütün bu büyüklüğe rağmen, 69 yılın sonunda NATO, bu gücüne nispeten neden hâlâ tartışmaların odağında yer alıyor ve üye ülkeler arasında derinlemesine bir uçurum ortaya çıkıyor? Bu duruma sebep olan nedenlerin, “NATO’nun geleceği” konusundaki tartışmaları da belirleyeceğini kestirmek hiç de zor değil.

Bugün bu uçurumun sembolik değil gerçek olduğunu görmek için, sadece Türkiye-Rusya-İran arasında Ankara’da gerçekleşen Suriye görüşmelerine bakmak bile yeterli olabilir. Kuruluşunun 69. yılında NATO üyesi Türkiye, örgütün hâlâ konvansiyonel bir tehdit olarak gördüğü Rusya ve örgütün “gönülsüz” liderliğini yapan ABD’nin terörden önce en önemli tehdit olarak görüp askeri müdahale tehdidinde bulunduğu İran ile Brüksel’in “pek de umurunda olmayan” Suriye iç savaşının geleceği hakkında kritik bir zirve gerçekleştiriyor. Daha da önemlisi, NATO’nun hava savunma programında kritik bir rol üstlenen Türkiye, örgütün Doğu Avrupa kanadının en yakın konvansiyonel tehdit olarak gördüğü Rusya ile bir taraftan nükleer enerji santrallerinin kurulması için işbirliğini derinleştirirken öte yandan da Rus menşeili S-400 hava savunma sistemlerini satın alıyor. Bu sembolik bir durum olmaktan öte, günümüz uluslararası politikasındaki jeopolitik değişimi gösteriyor. Bu resim hem NATO’nun hem de onun taşıyıcı ülkesinin, artık uluslararası sisteme “patronluk” etme konusundaki yeteneklerinin sınırlı olduğunu gösteriyor. Mesele sadece yetenek ve kapasiteyle de sınırlı değil. Ne NATO’nun kurumsal ve stratejik vizyonu ne de NATO üyesi ülkelerin müstakil stratejileri, bu liderliğin sürdürülmesi konusunda istekli görünüyorlar.

Bu özellikle, “Önce Amerika” söylemiyle başkanlığa yükselişinden sonra Donald Trump’ın NATO’ya verilen ABD desteğini tartışmalı hale getirmesiyle daha da derinleşmiş durumda. Zira Trump’ın temel mantığı, NATO’nun ekonomik maliyetini önemli orandan taşıyan ABD’nin üzerindeki yükü üye ülkelere güçleri nispetinde paylaştırarak azaltmaktı. Böylece, Rusya karşısında Avrupa güvenliğinin ekonomik ve askeri maliyetini, kıtanın lokomotif ülkeleri üstlenecekti. Yani güvenlik maliyetlerini ABD’ye yükleyip küresel ölçekte ekonomik derinliğini artırmayı tercih eden Almanya için bu, “konformizm” ve “beleşçilik” döneminin artık sona ermesi anlamına geliyordu. Öte yandan Avrupa’nın dört bir yanındaki aşırı sağcı siyasal blokların giderek iktidara yükselen yürüyüşleri, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkışı ve NATO’nun doğu kanadındaki ülkelerin gerekli olan savunma harcamalarını yükseltme problemleri ve ekonomik sıkıntılar içinde olan ittifakın diğer üyelerinin mevcut durumları, Trump’ın çıkışıyla birlikte NATO’yu epey zor durumda bıraktı.

Böylesi bir dönemde İngiliz Başbakanı Theresa May’ın çıkışı son derece önemliydi. May “Karşı karşıya olduğumuz tehditlerle, daha az işbirliği yaparak baş etmemiz mümkün değil” dedi. Bu durum ittifak içindeki çatlağı teyit etmesi açısından son derece önemli. NATO’nun diğer ağır toplarından biri olan Almanya’nın başbakanı Merkel de Trump’ın açıklamalarını görmezden gelmeyi tercih etti ve ABD’nin transatlantik ilişkilerine olan bağlılığının Başkan Trump’ın görüşlerinden ibaret olmadığını ileri sürdü.

Trump fikrini hâlâ değiştirmiş değil. Hâlâ NATO’yu “modası geçmiş” bir örgüt olarak tanımlıyor, ittifakın beşinci maddesini alaycı bir dille ele alıyor ve transatlantik ittifakı küçümsemeye devam ediyor. Bu durum, Rusya’nın konvansiyonel bir tehdit olarak daha fazla görülmeye başlandığı bir dönemde, Ukrayna’daki savaş ve 1945’den sonra ilk defa Kırım’ın işgali ve ilhakı ile Avrupa’nın topraksal genişlemeye şahitlik ettiği bir dönemde, NATO’nun Avrupa kanadı, ABD’yi ve Rusya’yı aynı anda dizginlemek gibi yeni bir misyonla karşı karşıya bırakılıyor.

Bu yeni duruma, Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ve NATO ile “uyumsuz” gibi görünen yeni dış politikası ve askeri aktivizmi ve Rusya ile olan yakınlaşması da eklendiğinde, müttefiklerin hem Trump yönetiminin talepleri ve “öngörülmezliğiyle” başa çıkmak hem de transatlantik ilişkilerin yeniden canlandırılmasını sağlamak için tutarlı bir strateji geliştirmeleri gerekiyor. Avrupa şimdilik zor olsa da her ikisinin de aynı anda yapılabileceğini düşünüyor. Trump’ın isteksizliğine ve ittifaka yönelik acımasız eleştirilerine rağmen, NATO’nun Amerikan yerleşik nizamı için geçerliliğini koruduğuna inanıyor. Diğer bir ifadeyle NATO’nun, yeniden yükselen Rusya tehdidi karşısında mevcut statükonun bozulmaması için, Trump’ı görmezden gelme stratejisi izlediğini söylemek mümkün görünüyor. Öte yandan müttefikler, Avrupa’da giderek yükselen aşırı sağ ve popülist blokların kıta ölçeğinde her türlü kurumsallaşmayı sorgulayan söylemlerinin pratik bir karşılığı olmaması için uğraşmak zorundalar. Zira bu durum, ittifak içinde özellikle Türkiye gibi ülkelerin pozisyonu yeniden, ama daha ciddi bir şekilde sorgulamasından başka bir şeye hizmet etmiyor.

Aralarındaki çatlağın kapanması için, 2024’de kadar uygulanmasının gerekliliği daha da açık şekilde ortaya çıkan ittifakın savunma harcamalarının, gayrisafi milli hasılanın yüzde 2’sine ulaşması için müttefiklerin daha fazla çalışmaları gerekiyor. Öte yandan, savunma harcamalarının yüzde 20’sinin yeni teçhizat ve araştırma-geliştirmeye ayrılması, ittifakın üyeleri arasındaki savunma projelerinin çeşitlendirilmesini de bir zorunluluk olarak ortaya çıkarıyor. Böylesi bir gereklilik karşısında, (örneğin ittifakın güney kanadındaki güvenliğin taşıyıcı sütunlarından biri olan) Türkiye’nin F-35 savaş uçağı projesinden dışlanma tehdidiyle karşı karşıya kalması, ayrıca düşünülmesi gereken hususların başında geliyor.

69 yıl önceki haliyle karşılaştırıldığında İttifak daha güçlü görünüyor. Ancak, karşı karşıya kaldığı güvenlik riskleri 1950’lilerden çok daha ilerde ve çok daha fazla ortaklaşmayı gerektiriyor. Ancak yeni jeopolitik gerçeklikler, ittifakın üyelerini birbirinden uzaklaştırıyor. Geleceğin güvenlik ortamına dair NATO’nun öngörüleri ve bu ortamın gerektirdiği ortak vizyonun hayata geçirilebilmesi için, jeopolitik gerçeklikle siyasi ayrışma arasında açılan makasın giderilmesi gerekiyor. 69 yıl sonra NATO, rakipleriyle başa çıkmak için harcayacağı çaba kadar, müttefikler arasında yeni bir uyumun oluşması için de çaba harcamak zorunda.

[Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Doç. Dr. Murat Yeşiltaş aynı zamanda SETA Güvenlik Araştırmaları direktörüdür]

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.