15 Temmuz kalkışması ve devlette reform
ISTANBUL - Adam McConnel
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) içindeki Gülenci unsurlar tarafından gerçekleştirilen 15 Temmuz darbe girişiminden beri, bu kalkışmanın Türk devlet kurumları üstündeki muhtemel etkileri hakkında sorular ortaya atıldı.
Sadece Gülen taraftarı olduğundan şüphelenilen kişilerin tasfiyesinden etkilenen askeri birimlerle ilgili değil, polis ve istihbarat birimleri gibi diğer devlet kurumlarıyla da ilgili çok şiddetli uyarılar yapıldı. Ortada dolaşan hikayeye göre, hem başarısız darbenin hem de yapılan tasfiyelerin etkileri, Türk güvenlik güçlerini, Türk devletinin ve toplumunun mevcut dönemeçte yüz yüze kaldığı çeşitli tehditlerle etkin bir şekilde mücadele etmekten aciz bırakacaktı. Bu tür uyarılar, olumsuz beklentileri ve korkuları körükleme ve Türkiye'de daha fazla şiddet ve toplumsal kargaşa beklentilerini yayma maksadı güdüyor.
Bu korku tellallığına verilecek en basit cevap, uluslararası basının Türkiye'deki 15 Temmuz sonrası olayları haberleştirirken göz ardı ettiği gerçeklere işaret etmek. Gerçek, devlet bünyesinde çalışan toplam memur sayısının 3 milyon olmasına rağmen, muhtelif kurumlarda görevlerinden azledilenlerin sayısının yaklaşık 100 bin olduğudur. Yani yaklaşık yüzde üç-dört civarında küçük bir orandan bahsediyoruz ki bu da Türk devlet kurumlarının gündelik işleyişinde neden hiçbir büyük sorunla karşılaşılmadığını hemen ortaya koyuyor. Bu durum, yabancı basında çıkan haberlerin, rakamları verirken yüzdeleri ve genel bağlamı hangi sebeple vermediğini de ortaya koyuyor aynı zamanda.
Dahası, adaletsizliklerin asgaride tutulması için, görevlerinden alınmış kişiler her bir vakanın tek tek incelendiği bir soruşturmaya tabi tutuluyor. Bu gerçek, bakanlar tarafından da sıklıkla ifade edilmesine rağmen, yabancı basında çıkan haberler hâlâ genel olarak Türk hükümet yetkililerinin kamuya yaptığı günlük açıklamaları görmezden geliyor. Soruşturmalar neticesinde şimdiden binlerce memurun görevine iade edilmiş olması, Gülen kültüyle olan ilişkilerinin ya görmezden gelinecek seviyede olduğunu ya da bir tehdit veya suç teşkil etmediğini gösteriyor. Başarısız darbe girişimiyle veya Gülen kültüyle olan bağlantısından dolayı tutuklanan ve/veya hapse atılan kişiler ise görevden alınanların sadece bir kısmı.
Bu çoğu memurla ilgili olan mevcut durum. Peki, güvenlik güçleriyle ilgili durum ne? Güvenlik konusuyla ilgili, kaç kişinin görevinden alındığı sorusundan başka ve daha önemli bir husus var.
15 Temmuz ve takip eden günde, yaşanan şiddetin şokunu üstümden atmaya çalışırken, belli-başlı birkaç soru zihnimi meşgul etti. Türk devlet kurumlarıyla ilgili mesele, PKK-TAK, DHKP-C veya DEAŞ gibi örgütlerin, daha fazla saldırı gerçekleştirmek için kalkışmadan faydalanmaya çalışıp çalışmayacağı idi. Ya da, daha doğrusu, bunu yapacak 'güç'lerinin olup olmayacağıydı.
Yabancı okurlar 'güç' sorgulamasını garip bulabilirler. Ne de olsa Türkiye'de, kalkışmadan önceki sene boyunca bir dizi büyük saldırı gerçekleşmiş, en yıkıcı ve öldürücü saldırılardan birkaçı, Türkiye'nin büyük şehirleri olan İstanbul ve başkent Ankara'yı vurmuştu. Bu şiddet yanlısı militan örgütler, 15 Temmuz sonrası durumdan yararlanma konusunda acaba neden güçlük yaşıyordu?
Ancak çoğu yabancı analistin ciddiye almamış göründüğü bir mesele, bu aşırılıkçıların saldırı gerçekleştirme gücüne odaklanmamın sebebi oldu. Basitçe ifade edecek olursak, hiç kimse, Fetullah Gülen'in bağlılarının Türk güvenlik güçlerinin aşırılıkçı şiddeti engelleme gücünü tam olarak ne denli zayıflatmış olduğunu bilmiyordu.
15 Temmuz'u takip eden ilk birkaç günde PKK garip bir sessizliğe büründü. Tam dört gün boyunca Türk silahlı kuvvetlerine yönelik hiçbir saldırı gerçekleştirilmedi ve en sonunda düzenlenen saldırı da uzun menzilli silahlarla yapıldı. PKK Türk güvenlik güçlerini el yapımı patlayıcılar (EYP) ile yeniden hedef almaya başlayana kadar tam bir hafta geçti.
Aynı zamanda Türkiye'nin Suriye'yle sınır bölgelerinin dışındaki şehir merkezlerinde gerçekleşen DEAŞ ve PKK/TAK saldırıları da bıçak gibi kesildi. Neyse ki Türk güvenlik güçleri, resmi açıklamalara göre, Türk şehirlerine yönelik onlarca saldırı girişimini engellediği için başka da bir saldırı olmadı. Hepimiz, Türk güvenlik güçlerinin bu başarıyla devam edeceğini umuyoruz; aynı zamanda, halkını muhafaza edebilmek için sağlıklarını veya canlarını feda eden Türk güvenlik güçlerinin mensuplarıyla ilgili olarak büyük bir üzüntü hissediyor, taziyelerimizi sunuyoruz.
Türk ordusu, bütün dünyanın da bildiği gibi, bu sıralar Suriye'nin kuzeyinde güvenli bir bölge oluşturmakla meşgul. Eldeki tüm verilere göre, Türk ordusu yüksek bir performans gösterdi ve DEAŞ sadece Türkiye sınırına yakın bölgelerden değil, daha güneydeki bölgelerden de püskürtüldü. Cerablus hızlı bir şekilde DEAŞ unsurlarından temizlendi ve şu an itibariyle, yaklaşık dört ay sonra, on binlerce Suriyeli huzur ve emniyet içinde hayatlarını yeniden inşa etmek için şehirlerine dönmüş bulunuyorlar.
DEAŞ ideolojisi açısından önem arz eden bir şehir olan Dabık, Türk ordusunun lojistik ve hatta ateş gücü desteğiyle, Suriye muhalefet güçleri tarafından nispeten kolaylıkla ele geçirildi. Türk ordusunun son yıllardaki performansı zaten iyiye gitmekteyken, kalkışma sonrası durum çok daha çarpıcı bir hali ifade ediyor. Sanki Türk ordusunun el ve ayak bileklerinde bulunan prangalar ve zincirler eriyip gitmiş durumda.
Peki, Washington'daki düşünce kuruluşlarından ve uluslararası medyadan gelen mızıldanmaların sebebi ne? Hiç şüphe yok ki bu sızlanmaların belli bir kısmı sadece kötü niyetten kaynaklanıyor. Uluslararası gözlemciler, gazeteciler ve analistlerin son beş senedir Türkiye'nin demokratik yollardan seçilmiş siyasi liderliğine gösterdiği kötü niyet, dudak uçuklatan cinsten. Ancak bu, Türkiye'nin güvenlik güçleriyle ilgili kalkışma sonrası yapılan isabetsiz tahlillerin sadece yüzeysel bir nedenini oluşturuyor.
Temel faktör, güvenlik güçlerinin içindeki Gülenci nüfuza yeteri kadar uyanmamışlık yahut bu gerçekliğin ciddiye alınamaması gibi görünüyor. Muhtemelen uluslararası yorumcular kafayı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bozdukları için, gerçek hikayeyi ıskaladılar. Asıl mesele, Türk devlet kurumları üzerinde kimin daha fazla nüfuz sahibi olacağı yarışının hikayesiydi. Devlet kurumlarıyla ilgili bu durumu görebilenler ise çoğu durumda bir aktörün, yani Türk vatandaşlarının seçilmiş temsilcilerinin, devlet kurumlarıyla ilgili kararlar alabilmek konusunda meşru hukuki hakkı bulunmasına rağmen, diğer aktör olan mesihçi bir kültün siyasi kararlar alma hakkı bulunmadığını gözden kaçırdılar.
Böylece kalkışma sonrası günler haftalara, sonra da aylara döndü ve fakat bu sürede İstanbul ve Ankara'da büyük bir saldırı yaşanmadığı gibi, Türk askeri operasyon gücünde bir zayıflama görülmemesiyle de mesele netleşti. 6 Ekim'de Yenibosna semtinde bir motosiklete yüklenen bombanın patlatılmasıyla yaşanan küçük bir saldırı, gerçekten de güvenlik güçlerinin etkinliğini ortaya koymuş oldu: Bu tarz şiddet olayları için araç bulmak, bir aracı bu maksatla İstanbul'a getirmek, yahut İstanbul'da böyle bir mekanizma hazırlamak artık çok zor hale geldiği için, saldırganlar motosiklet kullanmak zorunda kaldılar. Motosikleti Yenibosna'ya getiren PKK militanı güvenlik güçlerince 24 saat içinde, Kuzey Irak'a geri giderken yolda yakalandı.
Bu durumda önümüzdeki kaçınılmaz sonuç şu: Gülen'in polisteki, istihbarat birimlerindeki ve askeriyedeki bağlıları, doğrudan PKK ve DEAŞ ile birlikte çalışmıyor olsalar bile, bu örgütlerin şiddet eylemleri gerçekleştirmesine örtülü bir şekilde müsaade ediyorlardı. Bu da geçen sene yaşanan korkunç şiddetin temel sebebi olabilir. Aslında Türkiye'nin kent merkezlerinde gerçekleştirilen ve yüzlerce ölüme neden olan menfur bombalamaları, darbelerine karşı çıkmak için sokaklarda toplanan vatandaşların üstüne ağır silahlarla ateş açmalarıyla neticelenen süreçte, Gülen kültünün ilk şiddetli darbeleri olarak anlamamız gerekiyor; velev ki sadece bu saldırıları kolaylaştırıcı bir rol oynamış olsunlar. Meclis binasının, üstelik milletvekilleri içerideyken bombalanması ise Gülen'in Türk demokrasisine yönelik geniş çaplı saldırısının sembolü olarak kalacaktır.
Yabacı analistlerin artık iyice özümsemesi gereken ders, Türk devlet kurumlarının, yakın bir geçmişe kadar, gerçekten zayıf, yolsuzluklar ve profesyonel olmayan davranışlar yüzünden topallayan ve şeffaf olmayan bir yapıda olduğuydu.
Türk ordusunun siyasi süreci sürekli kesintiye uğratmasının Türk vatandaşları tarafından şiddetle ve kesin bir şekilde reddedilmesiyle birlikte AK Parti, 10 sene önce Türk devlet kurumlarını ıslah etme çabasına girişti. Türk siyasetçilerinin geçtiğimiz on yılı, devlet kurumlarını yeniden yapılandırmak, güçlendirmek, daha verimli ve şeffaf kılmak ve organize suç gibi sosyal sorunların üstüne gitmek için harcayabilmiş olması gerekiyordu.
Fakat bunun yerine, Türk devlet kurumlarının eski zafiyetinden yararlanan bir unsur, yani Gülen kültü, kendisini içinde bulduğu tarihi ve siyasi süreci kabul etmedi ve anlayamadı. Gülen kültünün, bu kabul etmeyiş ve anlamayışla, demokrasi dışı gücünü büyütmeye ve korumaya çalışması yüzünden, Türkiye neredeyse bütün bir 10 yıl boyunca siyasi istikrarsızlık yaşadı. Türk toplumunun yaşadığı kayıp ve travma gerçekten sarsıcı oldu.
Fakat Türk devleti ve toplumu artık ileriye yürüyor. Gülen bağlılarının devlet kurumlardan kökü kazınıyor. Çok uzun zamandır gecikmiş olan bu reform hareketi şimdi uygulamada ve yakın bir gelecekte de sürecek. Yabancı gözlemcilerin, Türk hükümetinin bu gayretinde desteklenmesi gerektiğini artık teslim etmesi gerekiyor. Elbette ki iyi niyetli eleştiriler dile getirilmeli, fakat Türk devlet kurumlarında yaşanmakta olan sürece dair doğru bilgiler, yapılacak herhangi bir eleştirinin temelini oluşturmalıdır.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.